Hiç bir zaman eğilip bükülmedim. Asla yapımda böyle bir oynaklık, fırıldaklık hiç bir dönem olmadı. Kimsenin çıkarına yazı da yazmadık. Ama ekranlara bakıyorum. Kılıktan kılığa, şekilden şekile giren tipleri görüyorum. Medya denilen koca dünya da omurgasını sağlam, kalemini dik tutan ancak bir kaç kişiyi sayabiliyorum. Gerçeklerin bu kadar örtbas edilmek istendiği hiç bir dönem yaşamadı bu ülke. Son 18 yılın mesleği “YALAKALIK” oldu. Maddiyata bu kadar kendini satan omurgasızlar kalemin, kağıdın şerefini, namusunu da beş paralık ettiler.
İnsan her sabah yeni bir güne mutlu uyanmak ister, huzurla güne başlamak ister. Ancak bu, ülkemizde pekte mümkün gözükmüyor. Geçim telaşı, pahalılaşan hayat, içimizi karartan kötü gidişat, cepte kuruş bırakmayana kadar vatandaşı çorabına kadar soyan saltanat! düzeni. Evet.. “Saltanat düzeni” dedim.
Bir yanda, “Ne yemek yaparım!” endişesi taşıyan anneler, her ayın sonunda hiç beklemeden gelen ev kiraları, çeşitli kalemler adı altında hepimizi soyup soğana çeviren faturalar ve bunlara bağlı olarak toplumu etkileyen, hayatına yön veren manevi boşluklar ülkemizdeki yaşam mücadelesini strese, bataklığa, üzüntüye, kedere, huzursuzluğa, kaygıya, intihara, adaletsizliğe, mutsuzluğa, boşanmalara ve aileden kopuk bir parçalanmaya, sürüklemeye devam ederken, öte taraftan da; Hiç bunları iliklerinde, yemeklerinde, ailelerinde, devletin imkânlarında, lüks odalarında hissetmeyen ve her şeyi kendilerine mübah gören, hatta devam eden saltanatları uğruna dinden beslenip nutuk atanlar, faizi bile bu yolda mübah görenler, üst mısralarda ifade ettiğim yaşam mücadelesinden tamamen uzak bir şekilde, tüm bunlardan münezzeh ve refah bir hayat sürüyorlar. Vatandaşın acısını kendi pencerelerinden görmeyen allı, ballı, tatlı lüks içinde yaşayan, yatlarda, katlarda sefa süren damatlar, gelinler, kızlar, yandaşlar, yağcı ve yalakalar adeta etten duvar örmüş, tüm pisliklerin üzerini kamu ve medya gücüyle örtüvermiş. Kamu kimliğini ve devlet denilen otoriteyi aile şirketine dönüştürüp kendi yaşamlarını sürdürmek için kullananlar ve ülkeyi tehlikeli sürece götürenler, hırsla araziler kapatmaya, fabrika satmaya, toplumu ifsada uğratıp ahlâkını, ahlâkî yapısını, genlerini, bozmaya, değiştirmeye ve kendi geleceklerini inşaa etmeye devam ederlerken, ülkenin de fişini çekmeye, temel inşaasını yıkmaya büyük gayret sarf etmektedirler. Gidişattaki durumu iyileştirme çabasından uzak, bilakis bu durumla daha da uçurumu derinleştiriyor, felaketi hazırlıyor, ateşin altına bol bol odun atıyorlar. Siyasi iktidarın bakanları, milletvekilleri ve azılı savunucuları hemen hemen her gün ülkede her şeyin normal ve güzel olduğunu ifade etseler de sokaktaki gerçekler, halkın gündemi bambaşka. Yıllardır toz pembe bir hayat sundular. Kendi ekranlarında, kendi camialarında, “Herkes çok mutlu, Avrupa bizi çok kıskanıyor!” diye bağırıyorlar. Onların deyimiyle; Sizler de sahiden çok mutlu musunuz? Kendinizi mutlu hissediyorsanız sorun yok. Ya mutsuz olanlar, ya mutluluğa aç olanlar, ya hasret kalanlar, özlem duyanlar, ya her gecenin karanlığında ağlayan mutsuz gözler? Bunlar ne olacak?...
Keşke kendinizi düşündüğünüz kadar başkasını da düşünebilseydiniz. Keşke empati kurup adil bir yaşam sunsaydınız. Şahsen ben, sizin gibi bir yaşamı asla hayal etmezdim. Çünkü her şeyin içine hile kattınız, haram kattınız. Tertemiz süte su kattınız. Bir gün bu saltanat gider musalla taşında kalır her şeyiniz..
Koca yangını ağzında bir damla suyla söndürmeye niyetlenen karınca gibiyim.
Nemrud’un ateşini söndüremesem de onun mücadelesini veriyorum yıllardır.
Neyse yazdım yeterince..
Yazmakta suç oldu dile getirince..
Eften püften şeyler anlatılırsa olacağı bu!
Cuma sonrası, çıkışta birisi sesleniyor: “Hocamızın söylediği yerlere yardımınızı esirgemeyin” diye. Pardon da o yerler nereler? Öğrenci evleri, diyanet vakfı, diyanet öğrenci yurtları? Buralara giden paralar hayırlara vesile mi gerçekten de?
Günümüzde manzara şu: Cuma namazı artık amacının dışında kullanılıyor. Ya siyasi mesajlar ya da yardımlar akıllarda bırakılıyor. İyi de devletin bir kurumu olan Diyanet’in yardıma ihtiyacı var mı ki? Hepsi maaşlı. Devlet bütçesi zaten var. Yıllık faiz! geliri de var. (Bu hafta fetvayla cevaz da verdiler.) Müslümanların özel ve güzel günü olan cuma namazları artık para toplamaktan ibaret oldu. Bir de beyefendinin reklam propagandası!..
Gelelim cuma namazına...
İlimsiz ibadetin tadı olmaz.
Yatıp kalkmaktan başka bir şey olmaz. Dışarıda saf tutan cemaatin safları yamuk, yumuktu. Kimi doğu cephede durmuş safa, kimi güney cephede. Kimi de batı cephede. Hasırların tamamının yönü değişikti. Her hafta, her hafta artık dayanamadım. “Kardeşim saflarınız hep yamuk yumuk. Kiminiz güney cepheye durmuş, kiminiz doğu cepheye” dedim. Arada da ciddi boşluklar var. Önündeki cemaatin çok şey öğrenmesi gerekirken imamların halen daha AKP’nin camilerdeki kürsü temsilcileri gibi davranmasını kabullenemiyorum.
Yetkim olsa tüm imamları görevden alırım. O göreve layık olanı oraya atarım. İnsanları ötekeleştirdikleri yetmiyormuş gibi arkalarında safa duranlara da dini tam manasıyla düzgünce ifade edemiyorlar. Sürekli saçma sapan konularla gündeme geliyorlar. Her şeyin bir usulü, adabı, kuralı, olması ya da olmaması gerekeni var. Cumhurbaşkanı karşısında korkudan el pence duranlar, namazda lay, lay, lom duruyorlar. Bunlar müslüman! Ama iktidarı eleştiren bizler dinsiz!.. Tadil-i Erkan’a riayet sıfır..
Develeri katleden Avustralya’da felaket!
Milyonlarca hektarlık orman, binlerce ev, onlarca insan, 500 milyon kadar hayvan türü Avustralya’da aylardır süren yangınlar da can verdi. Ama yine ders almadılar. Deve katliamı daha da felaketi büyüttü. Yangın, sel derken bu kez de dolu vurdu. 10.000 masum deveyi fazla su tükettiği gerekçesiyle katliam yapıp imha edeceklerini duyuran Avustralya, önce yangınlarla ülkesinin bir kısmını kaybetti, akabinde sel felaketini yaşadı. Bugünlerde ise, zaman zaman yumurta büyüklüğünde yağan dolu afetiyle karşı karşıya. Avustralya’da bugüne kadar 5.000 masum devenin katledildiği iddia edildi. Kanal İstanbul türküsü okuyanlar bence bu olaylardan da ders almalıdırlar.

ALİ OSMAN ÖNDER