Dostlarımdan biriyle salgın sürecinde mahrum kaldıklarımızdan bahsederken “uzun zaman oldu oturup bir evliya çorbası bile içemedik” deyince bu yazıyı kaleme almak aklıma düştü. Hanelerimizden eksik etmediğimiz, baş ağrısına, dalgınlığa, yorgunluğa ve yalnızlığa iyi gelen evliya çorbasını hepimiz çok yakından tanıyoruz aslında.
O’na Evliya Çorbası denmesine neden olan menkıbe ile başlayalım. Ahmed Yesevî Hazretleri, Çin hududundaki Hıtay’a gidiyor. Çok sıcak bir günde yol kenarında dinlenirken, bir köylü, doğum yapmakta olan eşi için dua istiyor. Türkistan’ın Hocası dua ediyor ve doğum sorunsuz kolayca gerçekleşiyor. Bunun üzerine Yesevi Hazretlerine tanımadığı çaydan ikram ediliyor bir kaç bardak. Hoca Yesevi, o zamana kadar hiç görmediği çayı içince rahatlıyor ve harareti gidiyor. Ellerini açıp dua ediyor: “Ya Rabbi bu içeceğe revaç ver. Bizi sevenler içsin, faydalansınlar.” Çayın Türkistan’da bilhassa mutasavvıflar arasındaki rağbetini bu duaya bağlarlar. Dervişleri uyanık ve zinde tuttuğu için “Evliya Çorbası” da denir.
Çay deyip geçmemek lazım…
Çünkü edebiyatı vardır, evveliyatı vardır ve mutlaka muhabbeti vardır.
Önce biraz edebiyatına bakalım…
“Çay kadehde dide-efrûz olmalı,
Leb reng u leb riz û leb sûz olmalı.”
Yani, dudak rengi gibi demli, dudak paylı ve sıcak olmalı... Çay sevenler bilir çay, şeffaf ve “çeşm-i bülbül” bardakta olmalıdır. Dudak renginde, dudak payına kadar dolu ve dudağı yakıcı olmalıdır…
Evveliyatı vardır dedik ya, kısaca geçmişine bakalım…
Efsaneye göre Çin’in ikinci imparatoru Shen-Ning, M.Ö 2737’de çay yapraklarının kaynar suyunun içine ansızın düşmesiyle çayı keşfetmiştir. Su’dan sonra yeryüzünde en çok tüketilen içecek olan çay, Doğu ülkelerinde yaklaşık Beş Bin yıldır içilirken Batılılar ise yaklaşık 400 yıldır içmektedirler. Günümüzde yaygın olarak kullanılan poşet çay ilk kez 1900’lü yılların başında ABD’de kullanılmaya başlanmıştır. İran ve Afganistan’da ulusal içecek kabul edilen çayı kişi başına en çok tüketenler ise İrlandalılardır. İkinci sırada ise İngilizler yer almaktadır.
Ve mutlaka muhabbeti vardır…
Çünkü çay sohbettir, hâl hatır sormaktır ve çoğu zaman kaşığın bardaktaki şekerle dansı, anlatmaya nereden başlayacağımızı bilmediğimiz her hüznün fitilini ateşlemektir.
Bazen “özledim, yüzünü göreyim” diyemezsin, “ gel sana çay ısmarlayayım” dersin.
Bazen konuşacak, anlatacak çok şeyin olur, “ çayı koy, geliyorum” dersin. Bazen de hevesinin ve düşlerinin hesabını “üstü kalsın” diyerek, soğumuş çayına ödersin. Yani söyleyemediğin her şeyin anlamını çaya yüklersin.
Çünkü çay zamanla hem demini, hem de birikmiş söyleyemediklerimizi alır. Ayrıca diğer bazı içecekler bizi kendimizden geçirirken, insan çayda kendini bulmaz mı? Üstelik ne çok ihtiyacımız var bir bilseniz, kendimizi bulmaya ve kendimizde olmaya...
Malum en çok çay tüketilen yerler kahvehanelerdir. Orada geçen meşhur bir çay muhabbetinden bahsetmemek olmaz…
Yarısına kadar konmuş çay bardağını görüp, kahveci çırağına;
“Bu ne oğlum?” diye sorup da;
“Dudak payı” cevabını alan müşterinin;
“Yavrum bende deveye benzer bir hâl mi var? Benimkini kulaklarına kadar doldur” dediği meşhurdur.
Çayın sınırsız içilebilineceğine dair bir tespitle bağlayalım konuyu. “Bir çay beyhude, iki çay faide, üç çay kaide, iç dördü at derdi, madem çıktın beşe, sürgit on beşe”